Skip to main content

ARZUNUN KANATLARI

 

 

ARZUNUN KANATLARI

“ Nasıl, ben benim de sen değilim. Nasıl buradayım da orada değilim? Zaman ne zaman başladı ve mekân nerede bitiyor? Güneşim altındaki yaşam sadece bir rüya mı? … Gerçekten kötülük var mı? Gerçekten kötü insanlar var mı? Nasıl olur da ben olan ben, ben olmadan önce var değildim? Ve nasıl olur da ben olan ben, bir zaman sonra ben olmayacağım.”

Der Himmel über Berlin, Arzunun Kanatları (1987) Wim Wenders, Peter Handke, Richard Reitinger

 

Toplumsal düzeyde kontrol her türlü iktidarın ve toplumsal işleyişin kökeninde olan bir olgudur. Bireysel düzeyde kontrol bir şeyleri yapmaya, müktedir olmaya, davranmaya imkan sağlar. Kendimizi kontrol etmek sadece kendimizi ketlemeyi, engellemeyi bilmek, yapmak istemediğimiz şeyleri yapmamak değildir. Arzuladığımız şeyleri gerçekleştirmek için uçuşumuza biçim veren kanatlara ihtiyacımız vardır. Kendimiz kontrol etmek aynı zamanda istediğimizi yapabilme, yapabildiklerimize, muktedir olduklarımıza biçim vermektir. Kontrol istediğimiz gibi davranmaktır. Ünlü Fransız filozofu Proudhon’un dediği gibi davranmak, mücadele etmektir ama kendimizi kontrol etmek için mücadele ettiğimizde bu kontrolümüzü ve bir anlamda davranışımızı kaybetmemize mi daha çok yol açıyor? Nasıl oluyor?

Ne oluyor?

The Feeling of What Happens’de Duyguların nörofizyolojisi konusunda dünyanın önemli uzmanlarından biri olan Antonio Damasio bilincimizin, Varlık duyumumuzun, emosyonlarımızın oluşmasından nasıl ortaya çıktılarını göstermeye çalışır.

İnsanin bilinci temelde, duygularının, kendilik deneyiminin bilincidir. Damasio göre “Biz vücudumuzla ilgili olarak beynimizde haritalar oluştururuz ve bunları diğer bütün haritalar için bir yönlendirici olarak kullanırız. “Böylece her sabah uyandığımızda kendimizi kendimiz olarak buluruz. Bundan Damasio’nun çıkardığı sonuç şudur; bilinçli olmak, dikkatli ve farkında olmanın ötesine geçer, bilme eylemi, kendinin kendi olarak içkin bir duyumunu gerektirir.

Bilinç, yaratıcılığın anahtarıdır, insanın varlığını daha iyi koşullarda sürdürme yolunu değiştirir, ama bunun maliyeti yüksektir çünkü bilinçli olmak, risk almayı, tehlikeye girmeyi ve acıyı tanımayı gerektirir. Dahası, bilinçli olmak onun yokluğunun ne anlama geldiğini bilmektir. Damasio, nihayetinde, bilginin ve bilinçliliğin ana sonucunun, uygarlık (insanın yaşam koşulları iyileştirme) olduğunu söylüyor.

Bütün bunlar ne oluyor sorusunu yanı dünya ile karşılıklı etkileşime girdiğimizde, ne olduğunu, nasıl olduğunu, anlamamıza yardımcı olabilir. İstemediğimiz bir şekilde davrandığımız bir durumda ya da istediğimiz yani kasıtlı olarak öyle davranmayı istediğimiz bir durumda, ne oluyor, olanın nasıl bilincine varıyoruz, sorularını anlamamıza yardımcı olabilir.

Gerçekten de insanın bilinçliliği, hayatını sürdürmek için önüne çıkan engelleri aşmada, sorun çözmede, harika bir şeydir. Söz konusu olan, “ben”, “benim hayat hikayem”, “benim iç dünyam”, “benim düşüncelerim, duygularım” ve davranışlarım olduğunda bu harika şey, çoğu zaman pek bir işe yaramaz çünkü “ben”, bütün bunlar olsam da sadece bunlardan ibaret değilim ve esasen çözümlenmesi ve aşılması gereken, matematik, mekanik ya da pratik bir problem değilim, anlık deneyimlerimle oluşan-süregiden bir sürecim. Bir süreç olarak “ben”, her zaman olduğum “ben” olsam da hiçbir zaman aynı şey değilim.

Oysa bedenimiz üstünde sandığımız zihnimiz; mantıksal, analitik, değerlendirici ve problem çözen zihnimiz, sürekli olarak bize, neden, “ben”in ben olduğunu ve “sen” olmadığını, kim olduğumuzu, nasıl ve neden böyle olduğumuzu anlatır. Zamanla bu hikayeler vazgeçilemez olur ve bizi bir araç olarak kullanarak kendi kendini otomatik olarak sürebilir hale gelebilir. Bu durumda da zihnimiz bize, “sen”, “ben” sin der.

Kendimize dair düşüncelerimiz ile kendimiz arasında bu eşitlik kurulmaya ve sürdürülmeye başlandığında zihnimiz hem sorun üreten hem sorunu çözmeye çalışan bir işlev (fonksiyon) edinebilir.

Zihnimizin bu oyununa birçok psikoterapötik müdahale de katılır.

“İnsanların en felaket hastalığı, onların hastalıklarıyla savaşma biçimidir.”

Win Wenders’in meleklerinden insanlığın bütün bir hikayesine tanık olmuş ölümsüz Damiel, insanlara büyük bir şefkat ve merhamet duyar ama onlara yardımcı olabilme imkanını ancak ölümsüzlüğünden vazgeçip insan olduktan sonra bulabilir. “ Der Himmel über Berlin”( Berlin’in üstündeki gökyüzü)’deki melek, ancak bir “ben” olmayı deneyimleyebilir. Bu deneyimin kaçınılmaz bir parçasıdır acı, korku, kaygı, öfke, kendini bilmeme, kendinden vazgeçme, kendini kaybetme, kendini bulma, ölüm.

 

“Acı var mı? Acı…”

Gerçekten acıyı arayıp bulmamız gerekmiyor. Acı, doğal, yaşamın, evrensel ve kaçınılmaz bir öğesidir. Acı çekmek, bir anlamda normal ve sağlıklı olduğumuza işaret eder. Acı, hayatta değer verdiğimiz, tutunduğumuz ve tutkun olduğumuz şeylerin olduğunun yani hayata bir anlam verebildiğimizin belirtisidir. Zihnimizin ve modern toplumun bize hiç durmaksızın tekrarladığı şey bunun tam aksidir: iyi yaşamak için kendimizi iyi hissetmeliyiz. İyi yaşamak için olumsuz düşüncelerimizi olumlu düşüncelerle değiştirmeliyiz. İyi yaşamak için beynimize zihnimize format atmalıyız. Bunun bizi sürüklediği şey ise bitmez tükenmez bir zihinsel etkinlik; havanda su dövme sanatında ustalaşmak, duygularımızla, düşüncelerimiz ile bitmez tükenmez bir savaşın içinde olmak ve bu esnada hayatı yaşamak yerine ona sadece maruz kalmak.